Ekonomi Notları - 16 Ömer Madra: Duyurmayı ihmal ettim ama biraz daha ayrıntılı konuşacağız bugün: Reform Programı. Bütün konuşulan, Türkiye’nin ekonomi programını nasıl gerçekleştirdiği ve nasıl gerçekleştirecek olduğu. Neresindeyiz işin, diyeyim? Hasan Ersel: Bir iki yıl geriye giderek başlangıcına gideyim mi hikayenin? 2000 yılı başında programı uygulamaya başladık. Neyi uygulamaya başladık? Onu hatırlatmakta fayda var. Ortalıkta bir reform programı var, bir de istikrar programı var. Bunlar ikisi bir arada yürüyor ama kavramsal olarak ayırabiliriz. Bir; ekonomiyi istikrara sokmak dediğiniz zaman, enflasyonu düşürmek dediğiniz zaman bunu, belki hiç reforma gitmeden yapabilirsiniz. Diyelim ki Fransa’da enflasyon biraz yükseldiğinde istikrar programı uygularsınız ama Fransa’nın yapısını değiştirmeye gerek duymayabilirsiniz. Fakat Türkiye’de öyle değildi. İkisi bir aradaydı. Şimdi istikrar kısmını uzağa atıf, reform kısmına bakalım. Özüne baktığımızda bir yığın kurum değişiyor, yasalar değişiyor, özerk idari kurumlar kuruluyor, BDDK gibi, enerji, telekomünikasyon alanlarında kurullar gibi. |
HE: Evet. Çünkü, o tarihte artık program 2000 Ocak’ta çıkacak şeklinde niyet mektubu verilmişti IMF’ye.
ÖM: Helsinki Zirvesi’nin hemen ardından. Türkiye’nin iki büyük meselesi arka arkaya.
HE: Yapılanlar yahut yapılması istenenlerle çok yakın ilişkisi var, oraya bağlamaya çalışacağım. Burada yapılan: devlet değiştiriliyor, devletin sunduğu hizmetler değiştiriliyor; bundan özel sektörün yararlanacağı varsayılıyor. Şimdi bu bir kalkınma stratejisidir. Küçümsenecek bir şey de değildir. İyi yapıldığı taktirde mantığı da vardır. Amerikalı iktisatçı Albert Hirschman “The Strategy of Development” adlı kitabında 1958 yılında, “Dengesiz Büyüme Stratejisi” olarak savunulan bir yönteme benziyor. Peki, eskiden devletin yeri neresiydi, şimdi bu modelde kamu kesiminin rolü nedir? Şöyle basitleştirebiliriz olayı, iktisadi yaşamda devletin rolü koruyuculuktu.
ÖM: Geleneksel devletin rolünden söz ediyoruz değil mi? Reforma tartışılırken işte bu gündeme geliyor ..
HE: Evet. Şimdi devlet, tabii ulusal güvenlik diye bir olay var ama, bunun dışında iktisadi yaşamda da koruyordu. Bizim dilimizde de devlet anadır zaten. Sıkıntıya düşen firma olabilir, kişi olabilir, işçiler olabilir. Şimdi deniyor ki devlete, bu koruma işini bırak. Çünkü koruduğun müddetçe bu çocuk büyüyemiyor, büyüyemedikçe de dış yaşamda ilişkisini kuramıyor. Sen rekabete dayalı bir serbest piyasanın olduğu yerde bu mekanizmanın sağlıklı yürüyebilmesi için gerekli hizmetleri sun! Nedir bunlar? Piyasalarda düzen sağlamak, hukuk sisteminin hızlı ve etkin olsun. Rekabet adil olsun, müdahale olmasın. Şeffaflaşmayı sağla. Şimdi program bu. Gördüğünüz gibi devlet anlayışıyla ilgili bir şey. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti geriye gittikçe Anadolu’da yer bulan bir anlayış var. Devlete atfedilen bir önem.
ÖM: Sen devlet için Ana dedin ama aslında Baba’dır o!
HE: Evet. Ama Anadolu’da hep tanrıçalar filan...
ÖM: Bu noktada demin kurduğumuz paralelliği açarsak, devletin geleneksel rolü açısından AB anlamında da büyük bir değişiklik var. Geleneksel rollerin bir kısmının devredileceği bir üst topluluk söz konusu.
Kerhen iktidar
HE: Aslında Türkiye’de oluşturulmak istenen devlet modeli Avrupa ve Kuzey Amerika’dakinin bir benzeridir. Bu reformlar başarıldığı zaman Avrupa’nın devlet anlayışına yakın bir devlet anlayışı oluşturulacak. IMF tipi istikrar programı iyiydi kötüydü, bu çok anlamsız bir şey. Tabii ki tartışılacak, tartışılması da gerekir eleştiri olabilir ama dünya böyle olur deniyor, uluslararası kuruluşlar bunu böyle kabul etmiş. Hep dedik ki bu programın siyasal sahibi yok. Sahiplik onun için gerekiyor, teknik bir program olsaydı Merkez Bankası yönetirdi, rekabetin şartlarıyla ilgili olsaydı Rekabet Kurulu yürütürdü.
ÖM: Muazzam boyutta ve devlet anlayışının değiştirilmesi gibi bir şeyden söz ediyorsak, çok ciddi biçimde siyasal olarak sahiplenilmesi gerekiyor.
HE: Ama yok. Kimse üstüne almıyordu. 2000 yılından söz ediyorum. Ortada iki bürokratı görüyoruz. Hükümetin, başbakanın hiçbir katkısı yok, hatta 2001’in Şubat’ında dramatik biçimde program çöktü ve kabahat da o iki bürokratınmış gibi istifaları gündeme geldi. Program durduruldu. Ama durunca bir başka şey daha oldu. Hükümetin olayı algısıyla toplumun algılaması çok farklıydı ve hükümet saygınlığını kaybetti. O iki bürokrat arkadaşımız görevden ayrıldı hükümet kaldı ama, o saygınlık açığını kaybettiği için açığı kapatmak adına Sayın Kemal Derviş geldi. Buna rağmen değişen bir şey olmadı. Çizgi değişmedi. Siyasal iktidar yine programı üstlenmedi. Ana hatlarıyla bakarsak 2001 Mart’ından bugüne kadar, “şunu yapmazsak IMF kızar” şeklinde gitti program.
ÖM: Hatta buna ek olarak hükümetin ortakları arasında bunun sahibi, saygınlığının temsilcisi olarak gelen Kemal Derviş’e bir yaratık gibi bakıldı; özellikle MHP tarafından.
HE: Evet. Anlamak güç. Bir yandan programın devletin yapılandırmasını değiştirme işi devam ederken, bunu o yapıyor diyorlar. Bu arada tökezlendi filan ama gerekli yasal düzenlemelerden büyük kısmı geçen sene geçti parlamentodan. Bunu da söylemek lazım. Siyasal iktidar yaptı bunu. Ama yapışında da her zaman şey var...
ÖM: ...kerhen.
HE: Evet; “Niye biz bunları getirdik bilmiyoruz ama...” Ecevit’in ifadelerinden şöyle bir anlam çıkıyordu: “Bana söylendiğine göre bu reformu yapmamız iyiymiş.” Böyle reform yapılmaz. İçinde bulunduğumuz yılsa nitelik bakımından geçtiğimiz yıla göre çok değişiktir. Çünkü yapılan değişikliklerin artık uygulanması aşamasına geçildi. Tabii yasa nihayetinde kağıt kalem çıkar ama uygulamaya gelince kimin ayağına basacağı belli olmuyor. Hiç kimseye dokunmadan bu programı uygulamak mümkün değil. Yaptığınıza inanıyorsanız, birisine zarar verse bile arkasında durursunuz. İnanmıyorsanız bunu yapmamaya çalışırsınız. 2002 yılının öyküsü bunları yapmamanın öyküsüdür.
ÖM: Kerhen uygulama en belirleyici kavram.
HE: Devletin yeni biçimini anlamış bir iktidar olsa mesela, bu Kopenhag kriterleri ile ilgili bir hadise çıkmaması gerekirdi, çıktı. Kamunun yeni hizmet sunuş biçimini özümsemiş bir iktidar olsaydı, özerk idari birimlere söz geçiremiyoruz denmemesi lazımdı. Bunların ikisi de oldu.
ÖM: İstersen kısaca da olsa Kopenhag kriterlerinin önemine değinelim. Avrupa’nın bize dayattığı teknik, hatta satır araları itibariyle zaman zaman neo-kolonyalist tonu bile içinde barındıran -bazı söylemlerde- bu kriterleri “Bizim başımıza bela ettiler, Allah kahretsin, iyi kötü yapmak zorundayız” diyerek uygulamada çok büyük yalpalamalarla giden bir şeydi... Oysa bu kriterler çok basit şeyler. Toplumun kurumlarıyla beraber katılımcı demokrasi dediğimiz, ki medeni olmak için tek muhtaç olduğumuz şey –eğer pejoratif bakmıyorsak medeniyete- olarak da bu görünüyor; bunun temellerini ortaya koyan basit şeyler. Kimse işkence görmemeli, kayıplar olmamalı, isteyen savaşa kışkırtmadığı, hakaret etmediği sürece gösteri yapabilmeli parti, dernek kurabilmeli, fikrini serbestçe söyleyebilmeli gibi AB’nin temel hak ve özgürlükleri, barış ve refahı bir arada götürebilmek için bulduğu formüller bunlar. Herkese asgari temel hakları sağlarsak ancak barış ve huzur olabiliyor. Mutlaka dayatılan şeyler olarak görüldü Kopenhag kriterleri, oysa gerek kalkınma stratejisi, genel reformlar, saygınlık, gerek bütünüyle devletin işlevlerinin değişmesiyle ilgili olarak vatandaşa hizmet eden bir devlet anlayışına geçmenin tek yolu bu.
HE: Haklısın. Ben yaşadığım bir şeyi anlatayım. Bu kadar gündemimize girdiğinde ben de dedim şunlara bir bakayım neymiş ne değilmiş. Bir arkadaştan rica ettim.
HE: Ben bekliyordum ki kalın bir kitap getirecek, o ise verdi elime iki sayfa bir şey. Okudum. Bu senin alanın; insan Hakları Evrensel Beyannamesinden ne farkı var bunun? İmzalamadık mı biz onu?
ÖM: İmzaladık ve onayladık. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini de imzaladık. Orada söylenenlerden bir gıdım fazlası yok hatta eksiği olduğu bile söylenebilir.
HE: Bize derste öyle okutmuşlardı 40 yıl önce.
Şeffaf, adil atmosferi sağlamak...
ÖM: Ben de vakti zamanında böyle okutmaya çalışıyordum öğrencilere.
HE: Olayın “Avrupa bize bunları dayatıyor mu dayatmıyor mu?” boyutu çok abartılmasına rağmen özünde çatışma diyebileceğimiz nokta şudur: Korumacı devlet anlayışını terk edelim mi etmeyelim mi, tartışması. Bir menfaat meselesi var tabii bu işin içinde ama, o kelimeyi kullanmadan gidelim. En çok da MHP dillendiriyor ama bir sistematik analizini bulamadım. Çeşitli konuşmalardan alınmış sözler var ama sistematik bir şey yok. Deniyor ki, devlet korumacı tutumuyla ülke içindeki unsurları -esnaf olabilir, işçi olabilir- uluslararası ilişkilerde, Türkiye’de yerleşik olan iktisadi varlıkları koruyordu. Biz bundan vazgeçersek bu faaliyetler devam edemeyebilir ve çökebiliriz. Bu yüzden devletin müdahalesi devam etmelidir. Ortada iki soru var. Bir tanesi, devletin bunu yapabilecek maddi gücü var mı? İkincisi devlet bu şekilde devam ettiği taktirde kaybedeceği şeyler yok mudur?
ÖM: Bu reform programlarının sonucu önümüzdeki seçimi nasıl etkileyecek konusuna da geçeceğiz. Şimdi sen yaptığın bir analizin sonuçlarını vereceksin sanırım.
HE: Hangi düzen olursa olsun gelir dağılımını düzeltici programlar yapılmalıdır. Bunu bir tarafa bırakalım. Onlar baki... Tipik bir firmaya bakalım. Korumacı devlet düzeninde, ürettiğin malın piyasanın üzerinde olması için taban fiyatı veririm. Bazı girdiler kullanıyorsun, onları ucuza veririm. Sen bu işi yürüt, ben sana ucuz kredi kullandırırım. Ya da doğrudan firmaya para veririm. Gelir vergisi indirimi yapabilirim filan, bölgeye yatırım yaparsan. Teşvikler yani. Bu kabaca, devletin iktisadi yaşama müdahalesidir Türkiye’de. Şimdi deniyor ki, sen böyle hareket etme, bir rekabet ortamı yarat ki bu firmalar küreselleşen dünya içinde ayakta kalabilsinler.
ÖM: Yapacağın katkı da bu olsun, atmosferi sağlamak...
HE: Bunun şeffaflık tarafı var, adalet tarafı var... Diğer tarafta önerilen, firmanın kendisini daha iyi organize etmesi temelinde uyum sağlamasını öngörüyor. Yani bu program sadece kamu kesimine bakmıyor, özel sektörün kendisini uyarlamasını da gerektiriyor. Program bu. Bu da, ben firma yöneticisiysem şuna bakarım: Eski iktisadi düzen devam etseydi benim kazancım ne olacaktı. Ben hangi durumda olacaktım. Yenisinde nerede olurum?
ÖM: Koruma fonksiyonları devam ederken, az önce söylediğin, devlet için bir kayıp olur mu sorusunun yanına “Firman için bir kayıp olur mu?” sorusunu ekliyoruz.
HE: Ben yeni duruma ayak uyduramayacaksam bu batacağım anlamına gelir. O zaman “Ben yeniyi istemiyorum” derim. “Yok, ben ayak uydururum ve yeni durumdan istifade ederim” diyenlerin de onu desteklemesi gerekiyor. Seçimin konusu budur. Birileri desteklerken diğerleri eski düzenin devamını isteyecektir yani. Bu da önümüzdeki seçimin konusu getiriyor.
Referandum seçim
ÖM: Statükoyu koruyacak mıyız, çıkarımız değişir diye, yoksa değişime ayak mı uyduracağız?
HE: Evet. Yalnız burada bir olasılık durumu var. Çünkü devletin mali gücü çok sınırlı. Ama öbür tarafta da aynısı var. O program uygulandığında daha iyi olacak, firmalar daha etkin çalışacak insanların geliri yükselecek; cevabı inşallah. Bunun olma olasılığı nedir? Özel sektörün bu koşullara makul bir sürede uyarlanması şansı nedir? Mesela beceremezse bütün yapılanlar boşa gidecek ki, zannetmiyorum böyle olacağını ama mutlak manada söylersek böyle olabilir. Çünkü böylesi reformları yüzüne gözüne bulaştıran pek çok ülke de var.
ÖM: Tayin edici önemde bir nokta gibi görünüyor bu. Önümüzdeki seçimi öncekilerden ayıran ana konu bu olacak galiba. Yani devletin yeniden biçimlendirilmesi ile bundan kimin kayıpla kimin kazançla çıkacağı meselesi. Bunu biraz seçim platformuna uyarlayabilir misin?
HE: Boyumu aşarak bir şeyler söylemek istiyorum. Siyasal teori boyutuna giriyor çünkü. Bir ara onunla da uğraşmıştık. (“Seçimden Koalisyona” - Hasan Ersel, Yavuz Sabuncu, Fuad Aleskerov; Yapı Kredi Yayınları) Orada partiler siyasal yelpazede yerleşiyorlar ve seçimlerde somut ve üzerinde iyi çalışılmış programlarla gelmiyorlar insanların önüne. Çünkü kabaca yerleri bellidir, ne kadar çok oy alabilirlerse, onun peşindedirler. O yüzden parti programları ya detaylı yazılmamıştır ya da kimsenin umurunda değildir. İktidara geldiğimizde...
ÖM: ...gereken yapılır.
HE: Evet. Vatandaş bununla ilgili değil diyemeyiz. Sonuçta beğenmediğini değiştirebiliyor. Ama partiler açısından bu önemli değildi. Şimdi ise konuştuğumuz konu gündeme geldi. İki çıkar grubu var. Partiler kendilerini buna göre konumlandıracaklar. AB ile ilgili Kopenhag kriterleri bağlamında. Bütün çerçeve devlet anlayışı üzerine kurulduğu için tabiri caizse referandum gibi bir seçim olacak: Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu arada tabii, bazı detaylarda farklı görüşler olabilir. Özelleştirme genel mi olsun dar mı olsun gibi filan... Ama genel olarak, kamuda öngörülen reformlar için. Bu durum partileri görmeye alıştığımız konumlardan farklı yerlere getirecektir. Daha evvel düşünmediğimiz yerlerde olacak. Mesela MHP’ye yakın düşündüğünü varsaydığımız bir parti “yok, Kopenhag kriterleri iyidir” diyebilir.
ÖM: Tabii bunu biraz daha ayrıştırmamız gerekecek. Ana tartışma konusu devlet için birey mi, birey için devlet mi konusuna gelip dayanıyor. Bir vatandaşlık problemi olarak sivil gelişme için bir referandum olacak diyebiliriz. İlginç bir tesbit. Bunun ötesinde de MHP net olarak buna karşı tavır almış, AB’yi istiyoruz dese de pek de düzenin değişmesine taraftar olmadığı için karşısında olduğu belli. Diğer partilerin, yeni oluşumun bundan yana olacağı söyleniyor.
CHP için bir şey söylemek zor...
HE: Sayın Derviş, kurulduğunda parti etkin olacak diye düşünürsek, onun inandığını düşünebiliriz programa. Onu MHP’nin tam karşısında olarak düşünebiliriz. Ama diğerlerinden onun kadar emin değiliz.
ÖM: CHP genel başkanı ile bir araya gelmiş geçen gün ve üç aşağı beş yukarı aynı anlayışta, birlikte oldukları hakkında demeçler de göze çarpıyor.
HE: CHP hakkında bir şey söylemek zor. Parlamento dışında olduğundan olayın nasıl gelişeceğini bilmiyoruz. Diğer partiler için durum belli değil. Oya bakarsanız, yasalar büyük ölçüde geçti ama eylem aşamasına gelince acaba öyle mi? Mesela KİT’in yeniden örgütlenmesi, istihdamın düşürülmesi konusunda ne kadar samimiler? Bir sıkıntı da var, istihdamı düşüreceksiniz, işsizlik de var. Kolaylıkla içinden çıkılacak bir durum değil onlar için.
ÖM: AKP, DYP ve SP genelde AB’den yana. Kopenhag kriterleri konusunda kerhen demeye dilim varmıyor ama...
HE: Diyelim ki o konuda samimiler. Ama ben şunu merak ediyorum: Rekabet Kurulunun otoritesine riayet edecekler mi? Benzer şekilde kamu ihaleleri serbest piyasanın gerektirdiği şekilde olacak mı? Nesnel ve şeffaf yapılabilecek mi? İlla ki de kötüye yormamak lazım tabii. Dikkatinizi çekerim, kamu ihalelerinde ülke dışına açmak sınırı epeyce yüksek tutuluyor. Bazı ihalelerde yabancılar da girebilir, ama dünyadaki ölçütlerin çok üzerinde. Bu iyi midir? Rivayet muhtelif. Nerede durduğunuza bağlı. Korumacı devletten yanaysanız yabancıların girmesine karşı çıkarsınız, yok esas olan işin iyi yapılması diyorsanız yerli firma ısrarınız olmaz. | AB'ye karşıtı görüşleriyle tanınan Şükrü Sina Gürel, dışişleri bakanı (arkada; AA) |
ÖM: Seçim sath-ı mahalli artık kesinleştiğine göre, başta Kopenhag kriterleri olmak üzere pek çok konunun aydınlatılmadığı gibi iddialar var. Bahsettiğimiz saflaşma içinde kısa sürede bir çeşit mini programla devreye girecekler.
HE: Yanılmıyorsam MHP, AB konusundaki bir broşür şeklinde yayınlayacağı söylendi. Bunu her partinin yapması lazım. Biz iktisat programını şöyle düşünüyoruz, böyle düşünüyoruz gibi. Korumaya devam edeceğiz, etmeyeceğiz gibi.
ÖM: Tabii unuttuğumuz bir de DSP, veya ondan arta kalan ne ise...
HE: Rakamlar doğruysa, %2,3’e gidiyorsa konuşmaya gerek yok.
ÖM: Belki burada spesifik olarak bir kişinin de adını anmak gerekir. AB karşıtı tutumu bilinen, yeni Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Şükrü Sina Gürel.
HE: DSP’nin çizgisi konusunda farklı görüşler olabilir. Ama ben eskiden beri DSP’yi korumacı çizgide görürüm. O “özerk idari birimlere laf geçiremiyoruz” lafı başbakana aittir. Özerk idari birimler zaten hükümet müdahale etmesin diye özerktir. Yani bu, o işin mantığının anlaşılmadığı -ki Sayın Ecevit gibi deneyimli bir siyasetçi herhalde anlamıştır bunu- ya da karşı olduğu anlamına gelir. Bu da önemli bir nokta.
ÖM: Yani bir referandum kararı çıkarttık biz bu sohbetimizde. Esas itibariyle devletin fonksiyonun ne olduğuna dair, eskisi gibi kalsın diyenlerle değişsin diyenler arasındaki bir seçim mücadelesi olacağa benziyor. Çok teşekkür ederim Hasan.
(18 Temmuz 2002’de Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)